Çocukluk insan hayatının en saf dönemi ve derinlerde bir yerlerde izler bırakıyor. Bugün benim için de aynı şey geçerli, eğer 35 yaşımda bugün karakterimde ya da ruhumda bazı travmalar varsa sebebi kesinlikle çocukluğuma dair yaşadıklarımdadır.
Özellikle anaokulu dönemimin incelenmesi gerekli diye
düşünüyorum. Bunu her fırsatta da söylerim, anaokulunda yaşadıklarım hayatımın
her döneminde beni tümden etkilemiştir.
Anaokuluna dair hatıramda iki önemli olay bugün halen
gözlerimin önünde. Sizlerle bu iki olayı paylaşacağım bugün. Ama lütfen
kendinizi 5 yaşında küçük bir çocuğun yerine koyun ve öyle dinleyin bu
söyleyeceklerimi, başka türlü ne yaşadığımı anlamanız kolay olmayabilir çünkü.
Bu iki olaydan ilki, bir oyun etkinliğinde gerçekleşti.
Kalabalık bir çocuk grubu olarak muhtemelen renkleri ve eşyaları öğrenmemizi
sağlayan tombalavari bir oyun oynuyorduk. Öğretmenin bize önceden dağıttığı
kartların üzerinde çeşitli resimler vardı ve elindeki torbadan bu küçük
resimlerin eşlerini çekiyordu. Eğer çektiği resim benim kartımdaysa resmi bana
veriyordu. Kartındaki resimleri en önce tamamlayan da oyunun galibi oluyordu.
Neyse işte resimli bir tombala gibi düşünebilirsiniz.
Öğretmen çekiyordu… Mavi kova. Kartıma bakıyorum bende yok.
Yeşil şapka. Kartıma bakıyorum bende yok. Kırmızı top. Bende yok. Yanımdaki
çocuktan yediğim dirseği bugün gibi hatırlıyorum. Sende kırmızı top var neden
söylemiyorsun dercesine beni dürtükleyip duruyordu. Zaman sonra artık bizim
dürtükleşip durmamızdan mıdır yoksa öğretmenin elindeki kırmızı topu kimsenin
sahiplenmemesinden midir bilmem, öğretmen yanıma geldi ve evladım niye
söylemiyorsun kırmızı top sende işte dedi. Bugün o topun pembe olduğuna kutsal
saydığım her şey üzerine yemin edebilirim. Ama artık topun kırmızı mı yoksa
pembe mi olduğunun bir önemi yok. Arkadaşlarımdan ve öğretmenimden benim ne
kadar gerizekalı olduğumu hissettiren gülüşmeler duyuyordum. Onlara bendeki
topun pembe olduğunu anlatacak gücü ise kendimde bulamıyordum.
İkinci olay; Yine sanırım tüm sınıf bu defa okulun bodrumundayız.
Nedenini bilmediğim bir şekilde sınıfımızda değiliz. Bir daire yapmışız hepimiz
çömelmişiz. Yağ satarım bal satarım ustam ölmüş ben satarım tadında bir oyun
oynuyoruz. Bu defa oyunun bize ne öğrettiğini hatırlayamıyorum ama çişimi
tutmakta zorlandığım hala aklımda. Öğretmenim diyorum, sesleniyorum. Tuvalete
gitmem gerekiyor. Öğretmenim diyorum. Duymuyor. O çemberin benden en uzak
noktasında. Öğretmenim. Ses yok. Tutamıyorum artık, bırakıyorum. Çişimin
bacaklarımdan süzülüp beton zeminde birikmesini bugün hafızamdan hala
silemedim. Yine tüm sınıfa rezil oluşum, az önce sesimi duymayan öğretmenimin
arkadaşlarımın gülüşmesini duyup yanıma gelmesi beni yatakhaneye götürüp altımı
değiştirmesi.
Bugün bunları anlatırken benim de yüzümde bir gülümseme var
artık. İnsanların beni dalga geçilecek biri olarak görmesi umurumda değil.
Hatta çoğu zaman kendimle ben de dalga geçiyorum. Bugün bu yaşadıklarımı
anlatabilmem bile kendimle dalga geçebildiğim için.